22 Ekim 2014 Çarşamba

Favizm



Oğlum 4,5 yaşında. Şu anda hasta, iki gecedir başında nöbetteyim. Açıkçası korkmuyorum.

Neden korkmuyorum?

Siz hiç favizm nedir duydunuz mu? G6PD eksikliği de deniyor. Ben bir favizm hastası olarak 32 yaşıma geldim. Favizm özetle kan şekeri metabolizmasında olması gereken bir madde vücudunuzda ya hiç olmuyor ya da yok denecek kadar az oluyor. Adı favadan gelir. Yerel adıyla kara bakla. Favizm hastaları karabakla yedikleri zaman sarılık oluyorlar. Ama kara bakla gibi size sıkıntı yaratacak bir çok ilaç ve antibiyotik var. Soya fasulyesi, kırmızı şarap, ameliyata girerken verilen narkozun da sıkıntı çıkardığı literatüre geçmiş. Her alınan gıda veya ilaç her favizm hastasında aynı etkiyi gösterecek diye bir şart yok.

Abimin doğumunda fark edilmiş. Annem korkudan bizi hiç ilaç vermeden büyüttü. Tüm antibiyotik gerekli hastalıkları kocakarı ilaçları ile atlattık. Şimdi oğlum hasta ve zırt pırt doktora gitmek içimden gelmiyor açıkçası. Bütün sorunları bu kimyasallarla çözmeyi de doğru bulmuyorum. O yüzden bu yazıyı yazmaya karar verdim. Hangi durumlarda ne yaptığımızı bir sıralayayım;


  • Yüksek ateş : Eklem yerleri ve alın sirkeli su ile sık sık silinir, bu noktalara konulan bezler sık sık değiştirilir. Bu yöntemle ateş çok indirilebiliyor ama çok da indirmemek lazım. Çünkü vücut, sıcaklığını artırarak o sırada olumsuz giden bir şeyle mücadele ediyor.  Ama 40 üstü sıcaklık da beyin için tehlikeli. Bu durumda 39 da müdahale ediyorsunuz. 39 üstü bir anda 40 lara gidebilir. 38 lerde müdahaleyi durduruyorum.
  • İshal : Kahve telvesi. Bunu içmek çok zor ve mide bulandırıcı. Bir tatlı kaşığı türk kahvesine limon sıkıp macun gibi yapıyoruz. Hatta hap gibi top top da yapılabilir. Çocuklar içmekte çok zorlanıyor. Ağızda telve bir anda dağılıyor. Bu yüzden çocuklara telvenin suyunu içiriyormuşuz. Ben bu yöntemi hatırlamadığım için  Alp'e kocaman bir telve topu yaptım. Çocuk yutamadı ve kustu. 
  • Karın ağrısı: Anneannem sobada tuğla ısıtır, havluya sarar karnı ağrıyan çocuğun karnına koyarmış. Annem de ütüyü ısıtır, havluya sarar, karnımıza koyardı. Bir de popomuzun altına aynı şekilde ütü konurdu. İki yükselti arasına havluya sarılmış ütü ters olarak konur bunun üzerine oturursun. 
  • Nezle, sinüzit : Ceviz kabuğu kaynatılır. Buharına durursunuz, havluyu başınızın arkasından sarkıtarak çadır gibi buharı havlunun altına hapsedersiniz. Burnunuzun akışını hızlandırır, sinüsler şişmiş ve burnunuz akmıyor, nefes alamıyorsanız aynı şekilde burnunuzun akmasını hızlandırır. Mutlaka ıhlamur, tarçın, meyan kökü ve zencefil demlenir içilir.
  • Grip: Ihlamur, tarçın, meyan kökü ve zencefil demlenir içilir. Genelde kışın grip olurdum o yüzden portakal ve greyfurt suyu içirirdi. Bol naneli yoğurt çorbası da bu hastalıkta sıklıkla yapılırdı.
  • Bademcik şişmesi: Bu sorun beni her sene 1 hafta yatırırdı. Yukarıda saydığım grip, nezle de yapılan her şey uygulanırdı. Ama bu hastalıkta annemin bir voltran kılıcı vardı. Voltran dememin sebebi şu; hep bunu uygulamayı unutur, son anda aklına gelirdi. Bu yazacağım tam bir kocakarı yöntemi. Bir limon yarıdan kesilir. Kesik yüzeyine bol bol toz şeker dökülür. Anneannem limonun şekerli kısmı yukarıda kalacak şekilde köze oturturmuş, annem limonu çatalla uzaktan tutarak tüplü ocağın ateşine tutardı. Bir süre sonra limonun kesik kısmından sularının kaynayarak şekerin içine doğru fokurdadığını görürsünüz. Şekerin tamamı eridikten sonra bir tülbente bu limonları 20 cm aralıkla sarar sonra da şekerli kısımlar bademciklerin üzerine gelecek şekilde boğazıma sarardı. Bu uygulamanın ertesi günü iyileşirdim. 
  • Mide bulantısı: Nane-limon kaynatılırdı. Annem bu karışımı şeker ile tatlandırırdı ama evlendikten sonra gördüm ki eşim tuz koyuyor. Açıkçası tuzlu nane limon daha çok hoşuma gitti. 
Aklıma gelenler bunlar. Bademciklerim şiştiğinde iyileşmem 7-8 gün sürerdi. Şimdi çok seyrek hastalanıyorum. Alp şu anda yanımda ishali var, 38 derece ateşi var. Ama ben de pek korkmuyorum. Doktorun verdiği ilaçlara ek olarak alet çantamda bir sürü iksirim var :)

Sevgiler
Cengizhan


12 Ekim 2014 Pazar

Sarımsaklı Çayı - Sinop/Gerze - Ekim 2014


Sarımsaklı Çayı - Sinop/Gerze - Ekim 2014

10 Ekim 2014 Cuma günü Gerze'nin Sarımsaklı çayında yaklaşık 35 km uzunluğunda bir yürüyüş gerçekleştirdik. 18 yaşıma kadar her yazımı geçirdiğim Yaykıl köyünde denize ulaşan bu geniş çayın doğduğu noktayı görmek büyük bir macera gibi gelirdi hep. Bir çocukluk hayalini gerçekleştirmiş olmanın keyfini yaşadım. 




Çay boyunca doğa bize her rengini gösterdi. Çay yatağında yeni filizlenmiş çınar ağaçları için acaba kaç sene yaşarlar, suyun şiddeti ve yüksekliği artınca dayanamazlar yorumlarını yaparken fotoğrafta gördüğünüz çınarlar yorumlarımızın pek de gerçek olmadığını hissettirdi. Çay yatağının tam ortasında çapı 2 metreyi bulan çınarlar da gördük, Bir ağaç kalınlığına ulaşmış köklerini yere paralel şekilde sudan uzak toprağa uzatıp nasıl hayata tutunduklarına tanık olduk. Çınar ağacının Sinop genelindeki yerel adı kavlan. Çınar ağaçları ile dolu bir alana ise kavlanlık denildiğine sıklıkla rastlarsınız.



Çayda yürürken çakıl taşlarından yürümek bir süre sonra ayak bileklerinizi oldukça zorluyor. Bu noktada çayın kenarındaki kavlanlığa girip yaban domuzlarının oluşturduğu patikalarını takip ederek biraz olsun dinlenme olanağı bulduk. 



 İklim eskisi gibi değil. Yağışlardaki değişimin en somut örnekleri artık işlevini yitirmiş bu köy değirmenleri. Çay değirmen taşını döndürecek güçte akmıyor. Yürüdüğümüz rota boyunca 5 değirmen gördük. Bazı değirmenlerin içine girmek mümkün değil. Hatta gönüllü rehberim Birol abi ilk baharda otların coştuğunu ve değirmenlerin hiç gözükmediğini söylüyor. Değirmenlerin çatılarını kaplayan taşlar çay boyunca azgın suların açtığı kaya damarlarından koparılmış.



Değirmen taşları, taşın içine buğdayı yavaş yavaş bırakan düzenek ( maalesef ismini bilmiyorum ) , taşın altında ezilen buğdayın un olarak aktığı hazne, kapakları, ne işe yaradığını anlamadığım, şekli dambıla benzeyen tokmak hepsi yerinde duruyor. Sanırım gün olur kullanmaya başlarız niyetiyle hepsini saklamışlar ve hiç bir köylü de bunları almaya yeltenmemiş 
Bir değirmene geldiğinizde orada neler yaşandığını hayal etmeden yapamıyorsunuz. 25'erlik 2 yükü eşeği ile değirmene getiren Mehmet amcanın "hoooovvv Hüseyin" diye bağırarak geldiğini önceden haber etmesi, buğdayı öğütülürken birlikte çay içmeleri, şakalaşmaları. Hepsi hala değirmenlerin tahta duvarlarından duyuluyor.







 Çoban Hüseyin 30 yaşında bir albino. Albinoların tipik özelliklerini taşıyor ve en büyük sıkıntısının gözlerinde olduğunu daha konuşmanızın ilk dakikalarında anlıyorsunuz. Devamlı bir gözünü kapatıp diğeri ile size bakıyor. Bu değişimi neredeyse 10 saniyelik periyotlarla yaptığı için sizin de yüz yüze konuşurken baktığınız gözü değiştirmeniz gerekiyor. 
3 çocuğu var Hüseyin'in. Konuşmaya hasret kalmış. Bizi görünce buralarda artık telefonların çektiğini anlatıyor. Bimcell kullanıyormuş. Telekom evine sabit hat bağlamak için 5 bin lira istemiş, bağlatamamışlar. Yani Hüseyin ve ailesinin bir cep telefonu edinene kadar dünya ile iletişimi yokmuş. Mahallesine giden bir yol yok. Çayın içinden traktör ile ulaşımını sağlıyor. 3. çocuğunun doğumu evde başlamış. Evine giden bir yol olmadığı için ambulans en yakın yolda onları beklemiş. Traktör ile yola çıkana kadar doğum ilerlemiş ve yolun kenarında doğum gerçekleşmiş. Çok değil 3 yıl önce. 

Sürüsünde yaklaşık 30 koyun var. Kurbanda koçların hepsini satmış. Parayı buldun diye takılıyoruz, Eh kazandık bir şeyler deyip bıyık altından gülüyor. Kuzuyu 300, koyun ve koçu 400 e satmış. 20 küçük baş satmış olsa en fazla 8.000 lira kazanmış bu yıl kurbanda. Aylık 650 lira ediyor. Devlet albino olduğu için sakat maaşı veriyormuş. İnternetten araştırdım, 375 lira da oradan geliyor. 

Hüseyin'in kızı Cansu'yu görüyoruz biraz sonra. Hayatımda gördüğüm en bakımsız ve en güzel kız. Kesin fotoğrafını çekmeliyim diyorum, cep telefonumu çıkardığım anda eşeğinden atlayıp ve arkasına saklanıyor. Saçlarının keçeliğinden bir aydan fazladır yıkanmadığı anlaşılıyor. Bir süre sonra ayaklarında anasının lastikleri, çorapsız, şalvarının paçalarını hafifçe yukarı çekerek ağlaya ağlaya kaçıyor. 

Hüseyin'in en büyük kızı bu sene okula başlayacak. Gerze'ye taşınmayı planlıyor. Bir ev kiralamaktan ve iş bulmaktan bahsetti. Benim ise ilk aklıma gelen 2 hanelik mahallesinde artık tek hane kalacak olması. Muhtemelen diğer hane de yaşlı anne ve babası idi. 




Çay kenarlarında böyle açık alanlar oldukça fazla. Az önce bahsettiğim değirmenler işte bu tarlalara ekilen buğdayları un yapıyormuş. Şimdi buraları ekecek Hüseyin gibi gençler şehirlere göçtüklerinden tarlalar boş duruyor. Ekim için ormandan açılan bu tarlalara yerli halk löep diyor. ( löğp veya löğep dendiği de olur. Annem ve babamın nasıl yazıldığı konusunda uzunca tartıştıklarını hatırlıyorum )

Benim en çok ilgimi çeken ise bu tarlaların doğa gezginleri için çok kullanışlı kamp alanları olmaları.

Evet fotoğrafta gördüğünüz meşhur altın çilek. Bizim dere kenarlarında çokca olurmuş. Birol abi ve ben birer poşet topladık. hatta şu an bu yazıyı yazarken topladığım altın çileklerden yiyorum. Yerli halk bu bitkinin zehirli olduğunu düşünüyor. Bu köylerde büyümüş aile dostlarımız Bahattin amca ve Tomris teyze topladığım meyveleri görünce kesinlikle yemememi istediler. Ağzıma bir tane attım, Tomris teyzeden küçük bir çığlık ve eyvah nidası geldi. Bahattin amca bu bitkiyi babasının zehirli diye öğrettiğini anlattı. Tomris teyze ise sarımsaklı kenarlarında hayvanlarını otlatırken hayvanların bu bitkiyi hiç yemediğini, sadece keçilerin yediğini ekledi. kendisi ise hiç dokunmamış. İlk defa benim sayemde tadına baktılar. 

Ek olarak yabani ada çayı, sumak ve ardıç meyvesi topladığım diğer otlardı. Eve gelir gelmez bunları demleyip yorgunluk çayı olarak içtim. 

Kaç çeşit mantar gördük bilmiyorum. Ama 30 farklı çeşit gördük desem abarttığımı düşünmem. En ilginci solda bir direk gibi uzamış olan, yanlış hatırlamıyorsam adı tepsi mantarı olandı. 


Gerze pazarında köylülerin çam mantarı sattığına rastlarsınız. Ancak bu mantar zakkum türünden ağu ağacının altında yetiştiğinde zehirli oluyor. Mantarı toplayan kişinin bu bilgiyi bilmesi önemli veya aşağı köylerden biri satıyorsa sıkıntı yok çünkü ağu ağaçları yukarı köylerde oluyor.






 Tipik Gerze köy evi. Alt katı taş örme veya uzun ağaçların geçme yöntemi ile birbirine oturtulması şeklinde yapılıyor. Bu kat genellikle ahır, samanlık veya ambar olarak kullanılır. Benim kendi anneanne ve dedemin evinde bu 3 özellik için de kullanılırdı. Anneannemin mutfağın altına denk gelen ahırdaki ineği ile konuştuğunu hatırladım. Ben de yere yatar tahtaların aralarından aşağıdaki ineği gözlerdim. İkinci katın duvarları uzun kalasların yine geçme yöntemi ile birbirlerine oturtulması yöntemi ile yapılır. Genelde bütün odalar bir salona açılır. Bu salona hayat denir. 

Yaşam mutfaklı odada geçer. Mutfak dediğimiz en fazla 1,5 metrelik bir tezgah, tezgahın yan tarafında şimdi şömine dediğimiz türden bir ocak bulunur. Odanın ortasında da bir kuzine yakılır. 
Fotoğraflarını çektiğimiz evlerin çatıları aynı değirmenlerde olduğu gibi düz, kapak taşlarla kaplanmış. 


 İşte bu tabure beni benden aldı. El yapımı, geçme, Köşeler bükülerek yapılmış. küçük bir bağın kenarında bulduk. Bağın sahibi yorulunca oturmak için getirmiş. Dedemin evinde de bir kaç tane bu tabureden olurdu. O zaman çok sıradan bir araçtı bizim için. Tabureyi gördüğüm anda anılarımın içinde buldum kendimi. 

Son olarak Birol Sazak'dan bahsetmeden olmaz. Birol abi 16 senelik dağcı. Bursa'da başlamış. 2,5 senedir memleketi Gerze'de ve kesin dönüş yapmış. Gerdak'ı kurmuş, halen de başkanlığını yapıyor. Gerze köylerini karış karış biliyor. Bitkilerle ilgili bilgilerine de hayran kalmamak mümkün değil. Her hafta bir faaliyet mutlaka yapıyorlar. 

Kendisine rehberliği için ve Gerze'de dağcılığı başlattığı için çok teşekkür ediyorum. 

Sarımsaklı yürüyüşümüzün daha fazla fotoğrafını görmek için https://www.facebook.com/media/set/?set=a.355752991265601.1073741928.130506090456960&type=1 linkine bakabilirsiniz.

 



Sevgiler.

12.10.2014 
U.Cengizhan Kaptan