10 Kasım 2014 Pazartesi

İsimsiz


İsimsiz

2003 yılı muhtemelen aylardan Eylül’dü, ikinci annemiz o zamanın öğrenci dekanı Nesrin hoca beni aradı. Acil gelmemi istiyordu. Atatürkçü Düşünce Kulübü başkansız kalmış, kurulduğundan beri de zaten 1-2 üyesi olmuş. Kulüp kapatılacak, böyle bir kulüp kapatılamaz başına bir grup arkadaşını topla geç dedi. İlk seçtiğimiz başkan başka biri idi, bir kaç ay sonra başkanlığı da bana bıraktı, ekipten ayrıldı. İyi bir ekip kurduk. Kitap kampanyaları, flim gösterimleri vs. güzel işler de yaptık.

Benim ilk dikkatimi çeken sorun Atatürk körlüğü idi. Yani hayatımız boyunca güne onunla başlamak, tahtanın hemen üstünde devamlı bir fotoğrafının olması, sınıfın bir köşesinde hep tozlanan, burada ne yazıyormuş diye merak uyandırmayan görev bilinci ile hazırlanmış bir köşesinin olması, nerede kaç yılında doğdu, annesi kimdi ezberin varsa ilk görevi tamamlamış olmak, ulu önderin ne demek olduğunu bilmeden ulu önderi Atatürk olarak öğrenmek, ezberler, klişeler...

Sonunda panonun bir köşesine içinde Atatürk geçen bir kampanya afişlerini astığınızda, o afiş panoda ilk günden beri duruyordu ve tarihi çoktan geçti etkisi yaratıyor. Atatürk yani işte orada, hep duruyor işte. Doğduğunuz evde yıllardır duvarda duran resmi kaldırınca varlığını fark etme durumu oluşturmuş gidiyor.

Alp’i anaokuluna yazdırdığımızda okul sahibi sınıfları gezdirirken Atatürk köşesini gururla gösterdi. “Çok şükür hala milli eğitim bakanlığı zorunluluğu” dedi. Bense Alp’in Atatürk’ü tanımasındaki en büyük engeli o Atatürk köşesi olarak görüyorum.

Kulübün başkanı iken aklımda ciddi bir atatürkçü düşünce tanımı yoktu. Kendime göre bir yuvarlak cevap bulmuştum, soran olursa idare ediyordum. Tabi başkanlık sorumluğu ile okudum okudukça bir tanım yapabilme şansım oldu;

Sizi var eden çevreniz, alışkanlıklarınız, ailenizin yaşam tarzı ve bütün dış etkenler size bir varlık dairesi oluşturur. Kendi varlığınızın dairesi. Çocukluğunuzdan beri ezberlediğiniz bir şeyin yokluğunu veya yıkılması gerektiğini söyleseler üzerinizde annenize sövmüşler gibi etki bırakır. Dairenin dışına çıkmak sizi korkutur. 

En katı tabularla yoğurulmuş bir osmanlı subayının kendisini var eden gücü yok etmeyi hayal etmesi için ciddi bir iç muhasebe yaşaması gerekir. Önce kendi varlık tanımını yapması, yaşamdaki hiç bir tabudan korkmadan üzerinde gitmesi, varlığını sorgulaması gerekir. Atatürkçü düşünce bütün tabuları paramparça etmektir, gerektiğinde Atatürk tabusunu bile. Atatürkçü düşünce Atatürk ilke ve inkilaplarını değiştirebilme cesaretini gösterebilecek iç olgunluğa ulaşmaktır. Körü körüne Atatürk’ü savunmak değil, Atatürk’ü hatalarını da tanıyarak anlamaya cesaret etmektir. Değişime ayak uydurmak, değişmekten korkmamaktır.  Varlık dairenizin sınırlarını şeffaf ve geçirgen yapmaktır

10.11.2014
Sevgiler

Cengizhan

22 Ekim 2014 Çarşamba

Favizm



Oğlum 4,5 yaşında. Şu anda hasta, iki gecedir başında nöbetteyim. Açıkçası korkmuyorum.

Neden korkmuyorum?

Siz hiç favizm nedir duydunuz mu? G6PD eksikliği de deniyor. Ben bir favizm hastası olarak 32 yaşıma geldim. Favizm özetle kan şekeri metabolizmasında olması gereken bir madde vücudunuzda ya hiç olmuyor ya da yok denecek kadar az oluyor. Adı favadan gelir. Yerel adıyla kara bakla. Favizm hastaları karabakla yedikleri zaman sarılık oluyorlar. Ama kara bakla gibi size sıkıntı yaratacak bir çok ilaç ve antibiyotik var. Soya fasulyesi, kırmızı şarap, ameliyata girerken verilen narkozun da sıkıntı çıkardığı literatüre geçmiş. Her alınan gıda veya ilaç her favizm hastasında aynı etkiyi gösterecek diye bir şart yok.

Abimin doğumunda fark edilmiş. Annem korkudan bizi hiç ilaç vermeden büyüttü. Tüm antibiyotik gerekli hastalıkları kocakarı ilaçları ile atlattık. Şimdi oğlum hasta ve zırt pırt doktora gitmek içimden gelmiyor açıkçası. Bütün sorunları bu kimyasallarla çözmeyi de doğru bulmuyorum. O yüzden bu yazıyı yazmaya karar verdim. Hangi durumlarda ne yaptığımızı bir sıralayayım;


  • Yüksek ateş : Eklem yerleri ve alın sirkeli su ile sık sık silinir, bu noktalara konulan bezler sık sık değiştirilir. Bu yöntemle ateş çok indirilebiliyor ama çok da indirmemek lazım. Çünkü vücut, sıcaklığını artırarak o sırada olumsuz giden bir şeyle mücadele ediyor.  Ama 40 üstü sıcaklık da beyin için tehlikeli. Bu durumda 39 da müdahale ediyorsunuz. 39 üstü bir anda 40 lara gidebilir. 38 lerde müdahaleyi durduruyorum.
  • İshal : Kahve telvesi. Bunu içmek çok zor ve mide bulandırıcı. Bir tatlı kaşığı türk kahvesine limon sıkıp macun gibi yapıyoruz. Hatta hap gibi top top da yapılabilir. Çocuklar içmekte çok zorlanıyor. Ağızda telve bir anda dağılıyor. Bu yüzden çocuklara telvenin suyunu içiriyormuşuz. Ben bu yöntemi hatırlamadığım için  Alp'e kocaman bir telve topu yaptım. Çocuk yutamadı ve kustu. 
  • Karın ağrısı: Anneannem sobada tuğla ısıtır, havluya sarar karnı ağrıyan çocuğun karnına koyarmış. Annem de ütüyü ısıtır, havluya sarar, karnımıza koyardı. Bir de popomuzun altına aynı şekilde ütü konurdu. İki yükselti arasına havluya sarılmış ütü ters olarak konur bunun üzerine oturursun. 
  • Nezle, sinüzit : Ceviz kabuğu kaynatılır. Buharına durursunuz, havluyu başınızın arkasından sarkıtarak çadır gibi buharı havlunun altına hapsedersiniz. Burnunuzun akışını hızlandırır, sinüsler şişmiş ve burnunuz akmıyor, nefes alamıyorsanız aynı şekilde burnunuzun akmasını hızlandırır. Mutlaka ıhlamur, tarçın, meyan kökü ve zencefil demlenir içilir.
  • Grip: Ihlamur, tarçın, meyan kökü ve zencefil demlenir içilir. Genelde kışın grip olurdum o yüzden portakal ve greyfurt suyu içirirdi. Bol naneli yoğurt çorbası da bu hastalıkta sıklıkla yapılırdı.
  • Bademcik şişmesi: Bu sorun beni her sene 1 hafta yatırırdı. Yukarıda saydığım grip, nezle de yapılan her şey uygulanırdı. Ama bu hastalıkta annemin bir voltran kılıcı vardı. Voltran dememin sebebi şu; hep bunu uygulamayı unutur, son anda aklına gelirdi. Bu yazacağım tam bir kocakarı yöntemi. Bir limon yarıdan kesilir. Kesik yüzeyine bol bol toz şeker dökülür. Anneannem limonun şekerli kısmı yukarıda kalacak şekilde köze oturturmuş, annem limonu çatalla uzaktan tutarak tüplü ocağın ateşine tutardı. Bir süre sonra limonun kesik kısmından sularının kaynayarak şekerin içine doğru fokurdadığını görürsünüz. Şekerin tamamı eridikten sonra bir tülbente bu limonları 20 cm aralıkla sarar sonra da şekerli kısımlar bademciklerin üzerine gelecek şekilde boğazıma sarardı. Bu uygulamanın ertesi günü iyileşirdim. 
  • Mide bulantısı: Nane-limon kaynatılırdı. Annem bu karışımı şeker ile tatlandırırdı ama evlendikten sonra gördüm ki eşim tuz koyuyor. Açıkçası tuzlu nane limon daha çok hoşuma gitti. 
Aklıma gelenler bunlar. Bademciklerim şiştiğinde iyileşmem 7-8 gün sürerdi. Şimdi çok seyrek hastalanıyorum. Alp şu anda yanımda ishali var, 38 derece ateşi var. Ama ben de pek korkmuyorum. Doktorun verdiği ilaçlara ek olarak alet çantamda bir sürü iksirim var :)

Sevgiler
Cengizhan


12 Ekim 2014 Pazar

Sarımsaklı Çayı - Sinop/Gerze - Ekim 2014


Sarımsaklı Çayı - Sinop/Gerze - Ekim 2014

10 Ekim 2014 Cuma günü Gerze'nin Sarımsaklı çayında yaklaşık 35 km uzunluğunda bir yürüyüş gerçekleştirdik. 18 yaşıma kadar her yazımı geçirdiğim Yaykıl köyünde denize ulaşan bu geniş çayın doğduğu noktayı görmek büyük bir macera gibi gelirdi hep. Bir çocukluk hayalini gerçekleştirmiş olmanın keyfini yaşadım. 




Çay boyunca doğa bize her rengini gösterdi. Çay yatağında yeni filizlenmiş çınar ağaçları için acaba kaç sene yaşarlar, suyun şiddeti ve yüksekliği artınca dayanamazlar yorumlarını yaparken fotoğrafta gördüğünüz çınarlar yorumlarımızın pek de gerçek olmadığını hissettirdi. Çay yatağının tam ortasında çapı 2 metreyi bulan çınarlar da gördük, Bir ağaç kalınlığına ulaşmış köklerini yere paralel şekilde sudan uzak toprağa uzatıp nasıl hayata tutunduklarına tanık olduk. Çınar ağacının Sinop genelindeki yerel adı kavlan. Çınar ağaçları ile dolu bir alana ise kavlanlık denildiğine sıklıkla rastlarsınız.



Çayda yürürken çakıl taşlarından yürümek bir süre sonra ayak bileklerinizi oldukça zorluyor. Bu noktada çayın kenarındaki kavlanlığa girip yaban domuzlarının oluşturduğu patikalarını takip ederek biraz olsun dinlenme olanağı bulduk. 



 İklim eskisi gibi değil. Yağışlardaki değişimin en somut örnekleri artık işlevini yitirmiş bu köy değirmenleri. Çay değirmen taşını döndürecek güçte akmıyor. Yürüdüğümüz rota boyunca 5 değirmen gördük. Bazı değirmenlerin içine girmek mümkün değil. Hatta gönüllü rehberim Birol abi ilk baharda otların coştuğunu ve değirmenlerin hiç gözükmediğini söylüyor. Değirmenlerin çatılarını kaplayan taşlar çay boyunca azgın suların açtığı kaya damarlarından koparılmış.



Değirmen taşları, taşın içine buğdayı yavaş yavaş bırakan düzenek ( maalesef ismini bilmiyorum ) , taşın altında ezilen buğdayın un olarak aktığı hazne, kapakları, ne işe yaradığını anlamadığım, şekli dambıla benzeyen tokmak hepsi yerinde duruyor. Sanırım gün olur kullanmaya başlarız niyetiyle hepsini saklamışlar ve hiç bir köylü de bunları almaya yeltenmemiş 
Bir değirmene geldiğinizde orada neler yaşandığını hayal etmeden yapamıyorsunuz. 25'erlik 2 yükü eşeği ile değirmene getiren Mehmet amcanın "hoooovvv Hüseyin" diye bağırarak geldiğini önceden haber etmesi, buğdayı öğütülürken birlikte çay içmeleri, şakalaşmaları. Hepsi hala değirmenlerin tahta duvarlarından duyuluyor.







 Çoban Hüseyin 30 yaşında bir albino. Albinoların tipik özelliklerini taşıyor ve en büyük sıkıntısının gözlerinde olduğunu daha konuşmanızın ilk dakikalarında anlıyorsunuz. Devamlı bir gözünü kapatıp diğeri ile size bakıyor. Bu değişimi neredeyse 10 saniyelik periyotlarla yaptığı için sizin de yüz yüze konuşurken baktığınız gözü değiştirmeniz gerekiyor. 
3 çocuğu var Hüseyin'in. Konuşmaya hasret kalmış. Bizi görünce buralarda artık telefonların çektiğini anlatıyor. Bimcell kullanıyormuş. Telekom evine sabit hat bağlamak için 5 bin lira istemiş, bağlatamamışlar. Yani Hüseyin ve ailesinin bir cep telefonu edinene kadar dünya ile iletişimi yokmuş. Mahallesine giden bir yol yok. Çayın içinden traktör ile ulaşımını sağlıyor. 3. çocuğunun doğumu evde başlamış. Evine giden bir yol olmadığı için ambulans en yakın yolda onları beklemiş. Traktör ile yola çıkana kadar doğum ilerlemiş ve yolun kenarında doğum gerçekleşmiş. Çok değil 3 yıl önce. 

Sürüsünde yaklaşık 30 koyun var. Kurbanda koçların hepsini satmış. Parayı buldun diye takılıyoruz, Eh kazandık bir şeyler deyip bıyık altından gülüyor. Kuzuyu 300, koyun ve koçu 400 e satmış. 20 küçük baş satmış olsa en fazla 8.000 lira kazanmış bu yıl kurbanda. Aylık 650 lira ediyor. Devlet albino olduğu için sakat maaşı veriyormuş. İnternetten araştırdım, 375 lira da oradan geliyor. 

Hüseyin'in kızı Cansu'yu görüyoruz biraz sonra. Hayatımda gördüğüm en bakımsız ve en güzel kız. Kesin fotoğrafını çekmeliyim diyorum, cep telefonumu çıkardığım anda eşeğinden atlayıp ve arkasına saklanıyor. Saçlarının keçeliğinden bir aydan fazladır yıkanmadığı anlaşılıyor. Bir süre sonra ayaklarında anasının lastikleri, çorapsız, şalvarının paçalarını hafifçe yukarı çekerek ağlaya ağlaya kaçıyor. 

Hüseyin'in en büyük kızı bu sene okula başlayacak. Gerze'ye taşınmayı planlıyor. Bir ev kiralamaktan ve iş bulmaktan bahsetti. Benim ise ilk aklıma gelen 2 hanelik mahallesinde artık tek hane kalacak olması. Muhtemelen diğer hane de yaşlı anne ve babası idi. 




Çay kenarlarında böyle açık alanlar oldukça fazla. Az önce bahsettiğim değirmenler işte bu tarlalara ekilen buğdayları un yapıyormuş. Şimdi buraları ekecek Hüseyin gibi gençler şehirlere göçtüklerinden tarlalar boş duruyor. Ekim için ormandan açılan bu tarlalara yerli halk löep diyor. ( löğp veya löğep dendiği de olur. Annem ve babamın nasıl yazıldığı konusunda uzunca tartıştıklarını hatırlıyorum )

Benim en çok ilgimi çeken ise bu tarlaların doğa gezginleri için çok kullanışlı kamp alanları olmaları.

Evet fotoğrafta gördüğünüz meşhur altın çilek. Bizim dere kenarlarında çokca olurmuş. Birol abi ve ben birer poşet topladık. hatta şu an bu yazıyı yazarken topladığım altın çileklerden yiyorum. Yerli halk bu bitkinin zehirli olduğunu düşünüyor. Bu köylerde büyümüş aile dostlarımız Bahattin amca ve Tomris teyze topladığım meyveleri görünce kesinlikle yemememi istediler. Ağzıma bir tane attım, Tomris teyzeden küçük bir çığlık ve eyvah nidası geldi. Bahattin amca bu bitkiyi babasının zehirli diye öğrettiğini anlattı. Tomris teyze ise sarımsaklı kenarlarında hayvanlarını otlatırken hayvanların bu bitkiyi hiç yemediğini, sadece keçilerin yediğini ekledi. kendisi ise hiç dokunmamış. İlk defa benim sayemde tadına baktılar. 

Ek olarak yabani ada çayı, sumak ve ardıç meyvesi topladığım diğer otlardı. Eve gelir gelmez bunları demleyip yorgunluk çayı olarak içtim. 

Kaç çeşit mantar gördük bilmiyorum. Ama 30 farklı çeşit gördük desem abarttığımı düşünmem. En ilginci solda bir direk gibi uzamış olan, yanlış hatırlamıyorsam adı tepsi mantarı olandı. 


Gerze pazarında köylülerin çam mantarı sattığına rastlarsınız. Ancak bu mantar zakkum türünden ağu ağacının altında yetiştiğinde zehirli oluyor. Mantarı toplayan kişinin bu bilgiyi bilmesi önemli veya aşağı köylerden biri satıyorsa sıkıntı yok çünkü ağu ağaçları yukarı köylerde oluyor.






 Tipik Gerze köy evi. Alt katı taş örme veya uzun ağaçların geçme yöntemi ile birbirine oturtulması şeklinde yapılıyor. Bu kat genellikle ahır, samanlık veya ambar olarak kullanılır. Benim kendi anneanne ve dedemin evinde bu 3 özellik için de kullanılırdı. Anneannemin mutfağın altına denk gelen ahırdaki ineği ile konuştuğunu hatırladım. Ben de yere yatar tahtaların aralarından aşağıdaki ineği gözlerdim. İkinci katın duvarları uzun kalasların yine geçme yöntemi ile birbirlerine oturtulması yöntemi ile yapılır. Genelde bütün odalar bir salona açılır. Bu salona hayat denir. 

Yaşam mutfaklı odada geçer. Mutfak dediğimiz en fazla 1,5 metrelik bir tezgah, tezgahın yan tarafında şimdi şömine dediğimiz türden bir ocak bulunur. Odanın ortasında da bir kuzine yakılır. 
Fotoğraflarını çektiğimiz evlerin çatıları aynı değirmenlerde olduğu gibi düz, kapak taşlarla kaplanmış. 


 İşte bu tabure beni benden aldı. El yapımı, geçme, Köşeler bükülerek yapılmış. küçük bir bağın kenarında bulduk. Bağın sahibi yorulunca oturmak için getirmiş. Dedemin evinde de bir kaç tane bu tabureden olurdu. O zaman çok sıradan bir araçtı bizim için. Tabureyi gördüğüm anda anılarımın içinde buldum kendimi. 

Son olarak Birol Sazak'dan bahsetmeden olmaz. Birol abi 16 senelik dağcı. Bursa'da başlamış. 2,5 senedir memleketi Gerze'de ve kesin dönüş yapmış. Gerdak'ı kurmuş, halen de başkanlığını yapıyor. Gerze köylerini karış karış biliyor. Bitkilerle ilgili bilgilerine de hayran kalmamak mümkün değil. Her hafta bir faaliyet mutlaka yapıyorlar. 

Kendisine rehberliği için ve Gerze'de dağcılığı başlattığı için çok teşekkür ediyorum. 

Sarımsaklı yürüyüşümüzün daha fazla fotoğrafını görmek için https://www.facebook.com/media/set/?set=a.355752991265601.1073741928.130506090456960&type=1 linkine bakabilirsiniz.

 



Sevgiler.

12.10.2014 
U.Cengizhan Kaptan

27 Mart 2014 Perşembe

E Be Peri Kızı

E be peri kızı...

Bu şehirin günlük akışı kalp atışı gibi geldi bana hep. Sabah pompalar bizi işlerimize, sonra toplar. Pump... sabah kalk, hızlı ol. Üst baş. Şık görünmelisin bugün... Toplantı var. İlk imaj önemli. Kahvaltı, çabuk yahu çabuk.

Arabayla mı gitsem bugün. O maile cevap verdim miydi? Dur yolda bakayım...
Git, git, git...
Koş, koş, koş...
Gel, gel, gel...
Yaz, çiz, hesapla...
Yetişmedi ya işler, yolda baksam. Birazda yarına kalsa.
Koş koş koş.
Ye ye ye
İzle izle izle
E bu çocuk da büyümüş baya. Ne zaman büyüdü la. Yarına teklif vardı.
Yat yat yat
.................

1 milyon meslek. Hangisi daha kutsal. Trendler var biliyorum. Benim zamanımda bilgisayar mühendisliği zirve yapmıştı da rüzgarına kapılmıştım ya... Yok ama, benim için en kutsal meslek şu anda sokak çalgıcılığı.

Bu acımasız, mazoşist kalp atışlarının içinde bir an olsun hapşırma etkisi yaratıyor.

İkidir metrobüse binen boşnak göçmeni görünüşlü bir anne kız var. Beni benden alıyorlar. Günümün en mutlu anlarını yaratıyorlar. Anne biner binmez akordeonunu çıkarıyor. 5-6 yaşlarındaki dünyalar güzeli pırasa saçlı kız elinde plastik pepe bardağı ile para topluyor. 2 durak arası sürede, sabah sabah meymenet eksikli yüzlerimize tebessüm yerleştirip gidiyorlar.

İkidir ayrılırken arkalarından “E be peri kızı, uyandırma bizi şu rüyadan” diyorum.

Bir gün söz.
Alacağım kahvemi, bağdaş kurup oturacağım bir metro çalgıcısının yanına. Tüm konserini dinleyeceğim.

Sonra bir pump...

Arkamdan basınçlı kalabalık hızı beni alıp götürmesin diye sıkı sıkı tutunacağım metronun iç çeperine. Sonra biri de bana tutunsa. Sonra başkaları da onlara...Tıkasak şöyle bir ana arteri. Sonra belediye gelip bize by-pass yapar mı acaba ?


E be peri kızı. İnme şu otobüsten. Salma beni böyle düşüncelere.

Sevgiler
Cengizhan Kaptan
20.03.2014

Kısmet

Kısmet

2000 yılı Eylül ayı... Üniversiteye girdim ama şaşkınlığımı üstümden de atamamışım. Bir sene daha hazırlanayım falan derken kendimi son an kararıyla Bahçeşehir Üniversitesi'nde buldum. 2 haftada İstanbul'a yerleştim. Evde televizyonum falan da yok. Kitap, gazete vakit öldürüyorum. Kayıt olurken elimize bir kağıt tutuşturdular "Oryantasyon haftası programı". Oryante olmak ne demek onu da bilmiyorum. Merakla bekledim o Pazartesi'yi. Ne yapacaklar bize okulda, oryantasyon ne demek. Bir anda oryantaller çıkıp göbek atmaya mı başlayacak ( o ara bu espriyi yapıyorduk ) falan bir sürü şey.

9 Ekim 2000 Pazartesi sabahı 10:00 da program başlayacaktı, tam zamanında gittim. Bahçeşehir'deki ilk binamızda (şu anda Bahçeşehir Fen-Tek lisesi olarak hizmet veriyor), giriş kapısından girip soldaki merdivenleri inince şimdi sanıyorum laboratuvar olan yerde boş bir mekan vardı. Burada kulüpler masalarını kurmuşlar, biraz kurabiye, kola, çay... hadi tanışın, kaynaşın alanı oluşturmuşlardı. Kendimi ortama çok yabancı hissettiğimden bir kenara çekildim, benim gibi yalnızlık hissettiğini fark ettiğim biri ile muhabbet etmeye başladık.

Saat 11:15 suları... Kapıdan içeri biri girdi. Alan giriş kapısından aşağıda, güneş de arkadan vuruyor. Çok hoş bir silüet gördüm. Yaklaştıkça daha da netleşmeye başladı. O zaman kısa kızıl saçlı kızlar favorim. Bu arkadaşın da tesadüfe bakın ki saçları kısa ve kızıl. Gül kurusu polar vardı sırtında. Saçlarını yandan jöle ile ayırmış, biraz dağıtmış. Bakışlar karşıda, incecik yay kaşları çatılı. Allah bilir aklında ne vardı. Ben dahil kimse umrunda değil. Çevreye bakmamasından aldığım cesaretle doya doya baktım. Kalabalığın içine incecik bedeni ve kararlı adımlarıyla girdi, yarım adım önümden geçti gitti. Rüzgarından kokusunu çektim. Zihnimden gitmese keşke.

Nereye gittiğini biliyordu. Anlaşılan bizim gibi yabancı değil, üst sınıflardan olmalı. Tüm samimiyetimle söylüyorum, bana çok uzak biri olduğunu hissettiğim o anda aklımdan şu sözler geçmişti " bu kız, benim kız arkadaşım olsa başka hiçbir şey istemem herhalde "... Ne bir kelime eksik, ne fazla.

13 Yıl sonra
Tarih 9 Ekim 2013...  

Bu akşam 18.00 civarlarında evde olacağım. 3,5 yaşındaki oğlum Alp ile oyun oynayacağız, yorgunsam belki bir çizgi film izleyeceğiz. O sırada kapımız açılacak ve içeri 2000 yılında üniversitenin kapısında gördüğüm kız girecek. Oğlum anne diye koşarak boynuna atlayacak. Ben de Alp'in peşinden ağır ağır yürüyüp hoş geldin diyeceğim. Sağ yanağına da bir öpücük.

Tanrı bazen bir kapı açıp o an dilediğin her şeyi kabul ediyor. O an başka bir şeyi diler miydim? Kendime çok sordum bu soruyu. Bu soruyu burada cevaplamak samimi gelmiyor bana ama şunu ifade edebilirim ben o anı her düşündüğümde kısmetimi çağırdığımı hissederim. Hayatımda yaptığım en güzel şeydi. Tanrı ile en somut ilişkim budur. Şu anda bu yazıyı yazarken, zihnimi zorlayıp o ana gidiyorum ve aynı heğecanı hissediyorum.
Ben ona her baktığımda o günkü kızı görüyorum.

Güzel sevgilim, kıymetli eşim, dostum Selvi'ye...

Sevgiler

Cengizhan Kaptan
09.10.2013

Düzen

Düzen

Bir varmış bir yokmuş. Uzak diyarların birinde yemyeşil ormanların içinde, suyu bol, tarihi zengin kocaman bir bahçe varmış. Bahçenin ortasında da kocaman taştan bir saray varmış. Saray dillere destan yapısı ve ihtişamıyla dünyaya ün salmış. Sarayda ne zaman yeni bir prens doğsa duvarlardan taşları koparır yeni ekleme odalar yaparlarmış.  Tabi sarayın misafiri de hiç eksik olmazmış. Her gelen bir yerinden bir taş koparır cebine atar, bu küçük hırsızlıkların da cefasını içinde yaşayan insanlar çekermiş. Zaman içinde o kadar çok taş çalınmış ki saray artık ayakta duramaz hale gelmiş. İçinde yaşayan insanlar da sarayın orasını burasını tamir etmekten çok yorulmuşlar.

Bu sırada, sarayda yaşayan güvenlik görevlilerinin haşarı, ele avuca sığmaz bir oğulları varmış. Herkes, onun ataları gibi asker olacağını zannetse de o hep mimar olmak istermiş. Bunu başkalarına söylediği vakit, sarayımız o kadar güzeldir ki bizim hiç bir zaman mimara ihtiyacımız olmayacak der hemen yanlarından kovarlarmış. Bu çocuk içindeki gizli mimarlık sevdasına engel olamaz sarayın kütüphanesine gider gizli gizli mimarlık kitapları okur, çizimler yaparmış.

Bir gün bakmış ki çevre ormanlardan oluk oluk davetsiz misafir geliyor. Ceplerine sarayın duvarlarından kopardıkları taşları doldurup doldurup gidiyorlar. Çocuk hemen sarayın güvenlik görevlilerine haber vermek istemiş ama ne görsün, kimi bu davetsiz misafirler gibi ceplerini dolduruyor, kimi misafirlere yardım ediyor, kimi uyuya kalmış, bir kısım güvenliğin de elini kolunu bağlamışlar.

Anlamış ki bu güvenlikle sarayı kurtaramayacak, hemen sarayda yaşayan ahaliyi toplamış çevresine ve iş başa düştü arkadaşlar demiş. Önce eli kolu bağlı güvenliği kurtaracağız sonra da hep birlikte bu misafirlere çıkış kapısını göstereceğiz. Saray ahalisi yıllardır birlikte yaşamanın verdiği birlik hissi ile canlarını dişlerine takmışlar. Kah dövüşmüşler, kah konuşmuşlar, pazarlık etmişler misafirleri en azından bahçeye çıkmak için ikna etmişler. Ama misafirler bahçeden daha ileri gitmek istememiş. Saray yıkıldı yıkılacakmış. Misafirler saray yıkılsın da kalan taşları yağmalayıp götürelim diye ellerini ovuştura ovuştura bekliyorlarmış.

Misafirler bahçede beklerken, çocuk saray halkını iknaya koyulmuş. Gelin bu sarayı yıkalım yerine daha sağlam bir bina yapalım demiş. Ama saray halkı eski saraylarından vazgeçmek istememiş. Ahali saraylarına hiç dışarıdan bakmadığı için sarayın yıkıldı yıkılacak olduğunun farkına değilmiş. Üstelik ne kadar eskimiş olsa da saraylarının dünyaya saldığı bu ün gururlarını o kadar çok okşuyormuş ki bu ünü bir anıya çevirmek istemiyorlarmış.

En sonunda Çocuk sarayın hepsini kaybetmektense kurtarabildiğine razı olmuş. İkna olmayan halkı da sarayın taşları altında bırakıp son darbeyi vurmuş ve sarayı yıkmış. Yıllardır yaptığı çizimleri çıkarıp yeni mimariye uygun bir bina yapmaya koyulmuş. Halk el birliği ile eski sarayın kanlı taşlarından güzel duvarlar örmeye başlamış, başlamış başlamasına da bu sırada Çocuk olmuş Adam. Adamın kötü alışkanlıkları oluşmuş. Daha ilk duvarlar örülürken bu alışkanlıklar yüzünden hasta olmuş. Halka mimarlar yetiştirmelerini vasiyet etmiş ve ölmüş. Adam bu kötü alışkanlıkların kendinden başkasına zararı dokunmaz zannedermiş ama aslında saraylılara en büyük kötülüğü etmiş çünkü öldüğünde halkın içinde bu yapıyı devam ettirebilecek hiç mimar yokmuş. Adamın bıraktığı çizimleri de bu yüzden anlamamışlar. 

Yapıyı ne zaman, nasıl  bitireceklerini bilemedikleri için yapıya değil yaşadıkları sisteme bir isim vermişler. Bu yeni sistemin adı Düzenmiş. Bir de bir yönetici gerekli olduğundan mutlaka aralarında bir düzen başı seçerlermiş. Düzen başı, Büyük mimarın eserini kaldıkları yerden devam edecekleri vaatleri ile seçilir ama sadece duvar ördürürmüş. Artık yaptıkları tek şey duvar örmekmiş, nasıl olduğuna bakmadan sadece duvar örmek. Birbirlerinin alanına girdikleri zaman, duvarları kesiştiği zaman kavga eder kim güçlüyse o devam edermiş.

Eski yapıdan kalan taşlar hep farklı farklı kültürlerdenmiş. Öyle ilginç bir mozaik çıkmışki ortaya, batıdan baksan romanın sütunlarını görürmüşsün, kuzeyden baksan kerpiç duvarları...Güneyden baksan kanlı tuğlaları görürmüşsün, doğudan baksan dört nala bozkırlarını. Ama bir ortak özelliği varmış ki nereden bakarsan bak hep hayal kırıklığı ve göz yaşı varmış. Herkesin yüzü kendi duvarına dönük olduğundan kimse diğerinin ne sıkıntısı olduğunu görmezmiş.

Derken bir gün bir çocuk peyda olmuş. Öylece yere bakıyormuş. Demiş ki ayaklarımın altındaki toprak bir gün sana varacağım. Sonra başını kaldırmış gök yüzü, bak yaşıyorum, ciğerlerimde nefes, soluyorum. Aslında yaşam bu duvarların arasında değil, yukarısı ile aşağısı arasında demiş. Çevresine bakmış herkes kavga gürültü kendi duvarı ile uğraşıyor. 

Sonra gök yüzünden mavi bir kuş süzülmüş gelmiş. Çocukla göz göze gelmişler. Kuş çok şaşırmış "ben hep buralarda uçarım, hiç kimseyle göz göze gelmemiştim daha önce" demiş. "Hadi atla sırtıma birlikte uçalım." Uçmuşlar, uçmuşlar, uçmuşlar... Çocuk gök yüzünden bakınca dünyanın artık çok değiştiğini görmüş.

Onu gören diğer çocuklar başka mavi kuşların sırtına atlayıp uçmaya başlamışlar. Anne babaları farkına varmadan Düzen'in yeni çocukları özgürlüğü keşfetmişler. Bu durum Düzen Başı'nı çok rahatsız etmiş. Düzenliler çocukları ile Düzen Başının arasında kalmış. Düzen başı "bu kuşlar devamlı üstümüze başımıza kaka yapıyorlar, hemen çatımızı kapatmalıyız. Bu Düzen böyle devam ederse hastalıktan kırılacağız" demiş, Düzenliler'in içini korku sarmış. Ama çocuklar gökyüzünde oldukları için Düzen Başını sesi çocuklara yetişmiyormuş. Bu yüzden Düzen'in yeni çocukları korku nedir bilmiyorlarmış.

Bakalım hikayemiz nasıl bitecek :)

Sevgiler
Cengizhan Kaptan
27.03.2014